7 Kasım 2024 Perşembe

Z Raporu

Sevilmemekten bu kadar korkmamız çok komik geliyor bazen. Bambaşka iki insanız ama tek bir korkumuz var, ya sen beni benim sevdiğin gibi sevmiyorsan? Neden bu kadar özgüvensiziz diye düşünüyorum. Kendimize gerçekten o kadar az mı değer veriyoruz da, birbirimizin bize verdiği değerle ölçüyoruz kendimizi?

Ben seni ne kadar seversem sen o kadar, sen de beni ne kadar seversen ben de o kadar değerliyim. Kulağa çok yanlış geliyor değil mi? Bizim tek düşündüğümüz buydu. Birimiz diğerini daha çok sevmeli, bırakmamalı. Ancak o zaman güvende hissedebiliyoruz çünkü. O yüzden ikimiz de terkedilince belki de normalde yapmayacağımız şeyler yaptık. Belki kendimizi biraz sevebilseydik, birbirimizi daha güzel sevebilirdik.

Belki kızacaksın bana ama bence ikimize de böyle bir felaket gerekiyordu. İkimizin de sağlam bir tokata ihtiyacı vardı artık bazı şeyleri anlayabilmemiz için. Bence artık sen de, ben de bir sevgiyi sınamanın bedelinin ne kadar ağır olabileceğini anladık. Çünkü en başta sevgi, sınanması gereken bir şey değil zaten. Bir insana kötü davranırsan gider, eğer o kişinin kendine saygısı yoksa da aklında hala sen varken gidip en olmayacak insanda çare arar. 

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, sen benim sevgimi bana çok kötü davranarak sınadın. Kafanda bir "gerçek sen" vardı çünkü. Senin hiç sevmediğin bir sen. O canavarı da sevebilirsem testi geçecektim. Kendini sevmeyen birini sevemezsin, onun dünyasında asla gerçek anlamda "sevemezsin". O kendini sevmiyor çünkü. Senin de sevmemen için elinden geleni yapacaktır. Baktın ben her şeye rağmen hala yanındayım, bana bir iyilik yaptığını düşünerek beni terk ettin. Anlamadığın şey, "gerçek sen" diye bir ayrımın olmadığıydı. O da sendin, bu da, ve ben seni her halinle sevmiştim. 

Belki hatırlarsın, o dönemde ben sana yazdım, bunlar oldu haberin olsun diye. Bana ilk söylediğin şey "ben sana yazacaktım, ama nasıl oradan toparlayacağımı bilmiyordum." demek olmuştu. Sana bir şey söyleyeyim mi, bana asla yazmayacaktın. Hep isteyecektin, ama asla cesaret edemeyecektin. Yine de bunu düşünmen hoşuma gitti, en azından benden ayrılarak hata ettiğini anlamıştın. 

Şimdi ben eğri oturup doğru konuşayım. Ben, bana olan sevgini hep yokluğumla sınamak istedim. Benim bir ayağım hep dışardaymış gibi olsun, ve senin bana olan sadakatin ve aşkınla ikna olayım beni sevdiğine istedim. Beni her an kaybedecekmiş gibi hisset ve kendine bir çekidüzen ver istedim. Bunları planlayarak da yapmadım, aslında ilk yanlışta çekip gitmek gibi bir huyum var, genele vurursak sende çok bile kaldım. Şimdi düşününce o kadar toksik geliyor ki, ben gitmek isteyeyim ama sen beni tut. Kaçmak isteyeyim ama beni bir şekilde ikna et istemişim. Tüm bunları yaparken ne kadar kalmak istediğimi farketmemişim. Birazcık elimden tutsan asla gitmezdim aslında. Ne kadar sağlıklı olurdu öyle olması bilemiyorum tabi şu an bakınca.

Şu an bakınca demişken, aslında ikimizin paternleri o kadar komik geliyor ki. İkimiz de çok yanlış yerlerden şansımızı zorlamışız. Tüm bunlara rağmen iki sene bir ilişkiyi bir şekilde yürütebilmiş olmamız bana mucize gibi geliyor. Düşünsene, sen hayatı boyunca her ilişkisinde bir ayağı dışarda olan bana "ben o kadar da iyi biri değilim bence gitmelisin" demişsin, ben ise en büyük korkusu terk edilmek olan sana "bak böyle yaparsan basar giderim haberin olsun" demişim. İnanılmaz gerçekten. Biz iki sene nasıl yürütebildik bir ilişkiyi inan aklım almıyor düşününce. 

Bu ayrılık sürecinde bazı şeyler daha da netleşti benim için. Bizim başka bir paternimiz de var, o da benim sürekli iletişime geçen taraf olmam. Sana son konuştuğumuzda hatırlarsan şey demiştim, "Sana bir daha içip içip yazmayacağımdan korktuğun için mi böyle yapıyorsun" gibi bir şeylerdi. Bence ne demek istediğimi o anda da çok iyi anladın. Adımları hep ben attım, geriye bak düşün. İlk kim konuştu? İlk kim yazdı? Bir bahaneyle hep seninle iletişime geçtim.

Ben artık buna son vermeye karar verdim.

Bundan sonra bir şeyleri istiyorsan, gelip alman gerekecek. İlişkinin en başından beri, aklımda tek bir düşünce vardı. Ben çabalamazsam, paramparça olacağız. Çabalamama rağmen paramparça olduk. Pek bir işe yaramadığını farkettim tek taraflı çabalamanın. Bundan sonra aileni geri istiyorsan, kendin istediğin için olacak bu, ben istediğim için değil. Sana bunca zaman gittiğin hiçbir terapinin işe yaramamasının sebebinin aslında kendin isteyerek gitmemen, hep başkalarının zoruyla gitmiş olman olduğunu söylemiştim. Bu da onun gibi, önce sen düşünecek, istediğine karar verirsen de sonuçlarını düşünmeden, almak için adım atacaksın. Belki de hayatında ilk defa, bir şey için çabalayacaksın.

Ancak o zaman mümkün olabilir bir şeyler. Madem adım atmayacaksın, neden bunları yazıyorsun diyebilirsin. Sen neden hala burada bunları okuyorsun? 

Sen nasıl görüyorsun geçmişi bilmiyorum ama benim gözümde, toplaman gereken dağılmış bir aile var. Tüylü bir oğlun ve kalbi kırık bir kadın var arkanda. Her şeyi geride bırakıp hayatına devam edersen kızmam sana, umarım kendin için en iyi olanı seçip mutlu olursun. Şayet hala burada, bunları okuyorsan eğer, ne yapman gerektiğini biliyorsun. 

-Gönlünün Nazlı meleği

Ps. Gönlünün Nazlı meleği biraz cringe oldu ama anısı var yapacak bir şey yok :/

26 Ekim 2024 Cumartesi

İki Kokoreç

İlk kez bu kadar uzunca bakıyorum boş bir sayfaya. Yazmak istiyorum ama ne yazacağımı bilmiyorum. Yazabilmek için önce hissetmek gerekiyor, ne hissettiğimi düşünmek zorunda kaldığım için şu an, yazamıyorum sanırım.

Bazen kendimi küçük ve fakir bir ülkenin diktatörü gibi hissediyorum. İktidarda kalabilmek için ülkemi hep bir savaşın içinde olduğumuza ikna etmem gerekti. Onlara bir düşman vermezsem, asıl düşmanlarının ben olduğumu anlayacaklarını biliyorum. O yüzden yaşadıkları sefaleti bana bağlamalarındansa seni düşman bilip öfkelerini sana kusmaları açıkçası iktidarımı bir süre daha ayakta tuttu. İnanır mısın sen bu rol için, biçilmez kaftandın. Hemen yanı başımızda sürekli sınırlarımızı ihlal ediyor, zaten olmayan altınlarımızla güç bela alabildiğimiz bir kaç çuval erzağın geçtiği yolları kapatıyor, hiç bir suçu olmayan köylüleri öldürüyordun.

Elbette seninle masaya oturup, bu yaptığın saçmalıklara bir son verebilirdim, sanırım istediğin tek şey sana saldırmayacağıma dair bir sözleşmeydi. Sen de kendi sınırlarını korumak istiyordun, makul bir sebep. Ben ise her halkıma seslendiğimde onlara nasıl senin topraklarını fethedeceğimize dair vaatlerde bulunuyordum. E ama ne yapayım? Şimdi bana karşı mı ayaklansınlar yani? Zaten benim berbat politikalarım yüzünden açlık ve sefalet içinde yaşıyorlar ve tek avuntuları, benim senin topraklarını ele geçireceğim olmasıydı. Sen de pek iyi yönetemiyorsun ama ülkeni, yoksa anlardın bence benim bunları sadece bir kaç köylüyü beni biraz daha iktidarda tutsunlar diye söylediğimi. Biraz gergin bir diktatör olduğun için çok ciddiye aldın, aslında sadece işler böyle yürüyor, bunu biliyor olman lazımdı.

Sonra söyledin aslında senin ülkende de işler pek yolunda gitmiyormuş, sen de iktidarda kalabilmek için bana saldırıyormuşsun. Sen de kasayı sıfırladığın için halkını bana karşı kışkırtarak bir şekilde iktidarda kalmaya çabalıyormuşsun. Son görüşmemizi belki en başta yapsaydık ne bu kadar insan ölürdü, ne de savaşmak uğruna bu kadar para harcayıp halklarımızı sefalete sürüklerdik. İkimiz de biliyoruz ki iktidarın doğasında bu yok, tarih hangi hükümdarı çok iyi barış sağladığı için yazdı ki? Elbette savaşacaktık. Tarih bizi böyle yazmalıydı. Öbür türlüsü çok sıkıcı. Biz de savaşmaya devam ettik. 

Böyle anlatınca çok gaddar bir diktatörmüşüm gibi geliyor kulağa. Aslında o kadar korkunç biri değilim. Halkımın ne yaşadığını hep takip ettim, yaşadıkları acıları, açlığı ve sefaleti hep yakından izledim. Hatta bir kere bir köylü çocuğunu kucağıma bile aldım, benim ismimi vermişler, yoksa almazdım sanırım kucağıma. Arada bir merhamet göstermek gerekiyor bilirsin, insanlar farklı bir tarafını da görmeli. Kendilerinden bir şeyler.

Onlara dürüst olduğumuzu düşünsene? Çıplak elleriyle etlerimizi koparır, bağırsaklarımızı söküp kokoreç yaparlar bizi. Eminim senin gelecek planların arasında kokoreç olmak yoktur, benim de öyle bir niyetim yok açıkçası. Gerçi kokoreçe dönüp bir köylünün midesinde varlığımız son bulsa buna çok gülerdim sanırım. İki kokoreç parçası olarak mideden bağırsaklara ilerlediğimizi düşünsene. Gerçi o senaryoda bile bana "haha bak mideden bağırsağa ben daha önce iniyorum, sana midedeki asit banyonda kolay gelsin" diye bağırırdın. Ben de sana "en azından benim boka dönüşmem seninki kadar hızlı olmadı, umarım o köylüyü kabız eder ve günlerce bağırsaklarında tıkılıp kalırsın!" derdim. Günün sonunda benzer bir lağımdan yavaşça yüzeyde süzülerek, biraz batıp biraz çıkarak, topraklarımızda ikimizin de hiç görmediği küçük, dar ve cılız akan bir nehirden yavaşça süzülerek, ikimizin de kıyısı olduğu o sonunu görmeye hiç cesaret edemediğimiz denizin açıklarında bir yerde buluşurduk. İki öğütülmüş küçük kokoreç parçası olarak hayatlarımıza devam ederdik, bu sefer bir balığın midesine inene kadar. 

Neyseki kokoreç olmadık. Gerçi kokoreç olmak şu an yaşadıklarımızı düşününce o kadar da korkunç bir senaryo gibi de gelmiyor. Acaba her şeyi boş verip kokoreç mi olmalıydık?

Sorun şu ki seninle olduğumuz savaş bana pek çok askere ve paraya mal oluyordu artık, sınırlarımı savunacak kadar adamım kalmamış, tüm paramı bu savaşı finanse etmeye harcadığım için halkımı doyuracak param da kalmamıştı. Ayrıca bu savaşın en başından beri benim şahsi hırslarımın bir ürünü olduğunu da biliyordum ama bir şekilde iktidarda kalmam gerekiyordu, bilirsin bu işler böyledir. Tahtımdan inersem kim olacağımı, bana ne olacağını kimse bilemez. Sonunu göremediğim bir şeyin peşinden asla gidemezdim, iktidarım her ne pahasına olursa olsun devam etmeliydi. Yönetmek için doğmuşum, başkaları adına karar almak benim işim, kendim için kararlar almak uzmanlık alanım değil. Kendimle yüzleşmek yerine bir kaç yüz bin köylünün kaderini belirlemek daha kolay, sonuçta her ne karar alırsam alayım bunların sonucundan asla ben etkilenmeyeceğim. Olan onlara olacak ve ben bir kaç gün vicdan azabı çektikten sonra her zaman ne yapıyorsam tekrar onları yapmaya devam edebileceğim.

O yüzden sana suikast düzenlemeye karar verdim, savaşı askerlerim kazanamıyorsa, bir süikastçı senin icabına bakacak ve senden sonra ülkende çıkan kargaşadan faydalanıp hem topraklarını ele geçirecek, hem de bir savaşı kazanmış olacaktım. 

Hafife almışım seni. Hayatta kaldın, tabii ona hayat denirse. Bana suikastçının kellesiyle beraber yolladığın barış anlaşmasını incelerken aslında anlamalıydım bunun gerçek bir barış teklifi olmadığını. Kim bedeninde koparılmış bir baş ile barışmak ister ki? Zaten bir şey diyeyim mi? Anlamıştım. Amacın barışmak değildi sadece çok yıpranmıştın, savaşamayacak kadar yıpratmıştım seni. Ama bu teslim olduğun anlamına gelmiyordu. Olmak istedin belki ama benim seni öldürmekte kararlı olduğumu da anlamıştın.

Yine bir sene barış içinde yaşadık, halklarımız sefalet içinde yaşamaya devam etti ama en azından ikimiz de savaş için sürekli bir kaynak harcamıyorduk. Tekrar savaşabilmek için güç topluyorduk belki de. Tabi bir de kokoreç olmaktan ucuz yırttık sanırım, onun da etkisi büyük diye düşünüyorum. 

Bu savaşsızlık benim iktidarımı çok sarsıyordu. Sorun sensin, dış güçler değil demeye başladılar. Ya bu cahil köylüler de ne hikmetse hemen uyandılar. Her gün arpa suyu ve buğday çorbası sanırım zeka gelişimlerini durdurmak yerine, farklı bir yerden tetikledi onları. Halbuki bana ve sana şükretmelilerdi. Nankör cahiller ayaklandı, inanabiliyor musun? Bir sene savaşmadım ve şimdi sarayımda kapıya dayanmış, ellerinde tırpanlarıyla beni kokoreç yapmak istiyorlar! Seninle barışmak, sanırım kısa vadeli bir statüko sağladı ama uzun vadede bu yarım akıllı köylüleri her şeyin güzel olabileceğine ikna edemedi. 

Bir şekilde susturmayı başardım arpa beyinlileri. Karnınız doyuyor mu? Evet. Gece evinize eşkiyalar geliyor mu? Hayır. E daha ne istiyorsunuz?

Anlaşılmak istiyorlarmış. Fakire uğraş vermeyince böyle oluyor işte, hep daha fazlasını istiyorlar. Bak ne kanın akıyor ne de karnın aç. Yok, rahat götlerine battı çünkü, şimdi de fransızlar gibi adalet istemeye başladılar. Neymiş senin saldırmayacağından emin değillermiş, güvende hisetmiyorlarmış. Bize toprak vaad ettin, ama ne sınırlarımız genişledi, ne de topraklarımızın işgal edilmeyeceğine dair bir güvence var diyorlar.

Bazen tüm köylüleri öldüresim geliyor, sonra hatırı sayılır bir miktarı zaten katlettiğim aklıma geliyor. İçten içe hak vermiyor da değilim. Günün sonunda ölenler hep onlar oluyor. 

Bir akşam tüm bunları dairemde düşünürken koridorda bir gürültü duydum. Hemen kapıyı araladım, ne oluyor diye anlamak isterken bir kesik baş yuvarlandı kapının arkasından ayaklarıma. Sonra muhafızlara baktım, elinde baltadan hallice bir bıçak, üstünden kanlar akıyor. Bana ulaşamadan kesmişler başını. 

Hani savaş bitmişti? Sanırım barış hiç olmamıştı.

Ve tekrar seninle, başladığımız yere geri döndük. Ellerimizde iki süikastçinin kellesi, halkımıza seslenirken ellerimizde kesik başlarla "Bakın, bize ne yapmak istediklerine iyi bakın" diye haykırıyoruz seninle. Farklı saraylarda, farklı dillerde aynı şeyi bağırıyoruz. "Bizi öldürmek istiyorlar!"

İktidarlarımız artık güvende. Savaş devam ediyor. Elimizde kanlı kafalar var, birbirimize mi sallıyoruz halklarımıza mı sallıyoruz belli değil. Sallıyoruz çünkü yaşamak istiyoruz. Gömemeyiz, yoksa kokoreç yaparlar.

Biz ellerimizde kesik başlarla ağzımızdan tükürükler saçarak savaş çağrıları yapmaya devam ediyoruz. İyi ki kokoreç olmadık değil mi?

Biz kokoreç olmadık ama, herkesi kokoreçe çevirdik. Biraz tuzlayıp yediriyoruz afiyetle. Bu halklar bir gün sormaz mı tüm bunlar ne içindi diye? Umarım sormazlar çünkü iki diktatörün de buna verecek hiç bir cevabı yok. Tek dertleri kokoreç olmamaktı. 

Savaş bitmedi belki ama, biz bittik. Halklar hala öfkeli. Senelerdir et yemedikleri için et yiyebilmenin tek yolunu bizi kokoreçe çevirmek olduğunu düşünüyorlar. Arada gizlice mektuplar yolluyoruz birbirimize. Başta ilk barış çağrısını sen yaptın. Ama o ilk elinde yolladığım suikastçının kellesiyle gelen barış teklifinden sonra açıkçası pek samimi gelmedi. Üstelik ayaklarımda senin yolladığın suikastçinin kanı hala sıcakken, inanmak istemedim, halkım da beni destekledi. Hepinizin kellesini almalıyız! Bu iş artık çığırından çıkmıştı.

Onlar hala öfkeliyken ben, onlar için üzülmeye başladım. İlk defa hallerinden ne kadar memnun olduklarını bilsem de, bunları yaşamayı hak etmediklerini düşündüm. İki diktatörün arasındaki kan davası yüzünden onların ölmesi beni garip bir şekilde rahatsız etmeye başladı. Ne için öldüklerini bile bilmiyorlardı, sadece sizden daha az ölmek istiyorlardı. Daha az ölsünler ama siz daha çok ölün. Sabahtan akşama arpa suyu ve buğday dayamamın ekmeğini işte şimdi yiyordum. Tamamen aptallaşmışlardı ve tek görmek istedikleri şey sizin akan kanınızdı. Ben yine de iktidarımın sona ereceğini bilerek seninle barışmak istedim. Bir grup gerizekalının ölmesinin beni bu kadar etkilemesi saçma evet, ama dayanamadım. Daha fazla kimse ölsün istemedim. Nihayetinde artık seninle bir ateşkes yaptık.

Sonra ne mi oldu?

Sonra ben kokoreç oldum. Bir köylünün midesinde tek başıma bir kokoreç parçası olarak süzüldüm, yanımda bir pul biber tanesi gördüm. Gülümsedim. Köylü möylü ama ağzının tadını biliyormuş. Ben hafife almış olabilir miydim köylüleri acaba? Belki de onlar için en iyi olacak şey, benim ölmemdi. Şimdi bensiz bir şekilde kendilerini nasıl idare edeceklerini öğrenmeleri gerekiyordu. Umarım demokrasiyi keşfetmezler bu arada. 

Pul biber tanesiyle birlikte bağırsaklara doğru kaymaya başladık. Bu arada mimarı kim bilmiyorum ama nereden baksan iyi tasarım, sürekli bir virajdan geçip kaydık pul biber tanesiyle bağırsaklardan. Su kaydırağı gibi bir şey, baya da eğlenceli. Çıkışa gelince biraz sıkıştık, gereksiz samimiyet gerektiren bir pozisyonda pul biber ile birlikte o küçük, dar ve cılız nehire aktık. Uzaktan el salladım ona, sanırım görmedi. Ben yüzmeye devam ettim.

Sürüklenirken nehrin açıldığı denizde, içimi garip bir huzur kapladı. Onca mücadele, onca akan kan. Eğer huzur bu kadar basit idiyse biz neden bu denize daha önce düşmedik ki? Evet huzurlu ama çok mutsuz. Ne kolum var ne bacağım. Konuşmak istemesem dilim yok. Sadece düşünebiliyorum. Bir kokoreç parçası olmak çok da kolay bir şey değilmiş. Sadece "olabiliyormuşsun". Başka da bir şey yok. Seneler evvel sarhoş bir adam gelmişti sarayıma, "düşünüyorum, öyleyse varım" demişti. İçimden sakat galiba demiştim. Tüm fransızlar gibi aklının bir kısmı sakattı zaten. Şimdi anlıyorum ne demek istediğini. Denizin ortasında anlamsız bir kokoreç parçasından başka hiç bir şey değildim, tek yapabildiğim düşünmekti. Düşünebiliyorsam bir şekilde hala vardım.

Sonra uzaktan, seni gördüm. Makattan yeni fırlamışsın, denizde yolunu arıyordun. Sen de beni fark ettin. Hareket edemediğimiz için dalgalara güvendik bizi birbirimize yaklaştırabilsinler diye. Aynı dalganın iki ucunda buluştuk seninle ve yavaşça bir araya geldik. Sözlerin bittiği yerde iki kokoreç tanesi olarak sadece o anlığına bir arada olabilirdik, sonrasında dalgalar başka yönlere, biz de başka kıyılara vuracaktık. Tek bir anın vardı benimle ve bana dedin ki; "O ilk suikastçiyi bana göndermeyecektin". 

Sonra yavaşça, uzaklaştık birbirimizden. Ta ki gözden kaybolana kadar. Bu hikaye de iki kokoreçin hikayesi olsun.


14 Ekim 2024 Pazartesi

Yasımın 4. Evresi

 

Her şey geçti, en sadık yaverim gitti. Öfkem terk etti beni.

Yaşattıklarının kızgınlığı günden güne azaldı. Geriye kalan şeyi görünce, keşke öfkeli olabilsem diyorum şimdi. Öfkelenmek kolay. Bazen kendime, bazen sana. Öfke çok konforlu bir de, haksızlığa uğradıysan hem de.  Dile getiremiyorsan üzüntünü, öfke en sadık kulun. Her zaman seninle. Hiç yargılamaz, düşünmeni istemez. Orada sadece. Çok içtiğinde seninle, sabah uyandığında seninle. Yolda yürürken uzaktan bir selam verir bazen, bir anda orada bile seninle olur. Kahveni içmeyi unutursun da soğuduğunu fark edersin, tüm yaşanmışlıkların öfkesi bir anda bulur seni, gelir yanına. Sen kahvenin soğuk yudumunda bulursun öfkeyi halbuki o çok daha derindedir. Hiç bırakmaz. Bazen geç gelen bir yemek siparişinde, kapıda belirir. Hayır demezsin, içeri davet edersin. Halbuki ne yemeği getirendedir suç, ne yemeği hazırlayanda. Kendine öfkelisidir de, yedi cihan gelse ikna olmazsın. Öfkenin en kötüsü, insanın kendine duyduğu öfkedir. Affetmesi en zor kişi, kişinin kendisidir çünkü.

Öfkelenmek olanlara ya da olamayanlara. Güçlü bir duygu besleyebilmek belki de herhangi bir şeye. Suçlamak her şeyi herkesi. Dinginliği taşımak çok daha ağırmış, konuşamamak değil belki ama, konuşmamayı seçmek bile isteye.

Öfke sosyaldir, masadan masaya gezer. Kulaktan kulağa yayılır. Taraftar da toplar haliyle, sen öfkeliysen, herkes paylaşır öfkeyi. Büyür çığ olur gelir seni ezer, ve sana gurur duymaktan başka bir seçenek bırakmaz. Öfke en çok çıktığı yeri yaralar günün sonunda.

İçimde bir çocuk yetiştirdim, nefretimle besledim, öfkemle büyüttüm. Gitti şimdi. Kendi hayatını kuracakmış. Belki başka insanların ona daha çok ihtiyacı vardır, büyüttüm ve hiç gitsin istemedim ancak, gitti benden arkasında koca bir boşluk bırakarak.

Öfkem gitti, her şey geçti. Koca bir kasırga dindi belki ama, ne güzel gidiyormuş hayat onun arkasını toplamakla uğraşarak. Şimdi öfkemin eksikliğini, mutsuzlukla ödüyorum. Böyle olmamalıydı.

Nefret etmek, suçlamak, öfkelenmek çok güzeldi. Şimdi dönüp bakarken yaşadıklarıma koca bir mutsuzluk var sadece, hem de öfke gibi yakıp, yıkmıyor. Orada duruyor sadece, yaklaşırsan ancak alıyor seni karanlığının içine. Öyle bir karanlık ki, birazcık yaklaşmaya çalışsan hemen çekmeye başlıyor kendine, karadelik gibi. Hep temkinli olmak gerekiyor yaklaşırken.

Yakıp, yıkmıyor belki ama çok sessizce yutuyor seni. Yaşıyorsun ama nefesini çekiyor içinden. Gülümsüyorsun ama kahkahanı alıyor senden. Hüzünleniyorsun ama gözyaşlarını çalıyor. Yürüyorsun ama koşmanı esirgiyor, büyüyorsun ama çocukluğunu çalıyor sanki.

Hep bir şey hissedecekmiş gibi oluyorsun da, duygularını çalıyor, yutuyor gibi.

Aramızda olanları yalnızca sen ve ben biliyoruz. Gerçekte ne olduğunu biraz sen, biraz da ben biliyoruz.

Benim gördüklerimi sen görmezsin umarım. Ben kimsenin böyle bir imtihanı olsun istemem. Evden girdiğim anda bile, belki arkadaşı gelmiştir demiştim o küçük ayakkabıları görünce. Öyle iyi niyetli sevebilmek istiyorum tekrar, olay ufkunda süzülsem de bunu umut edebilmek istiyorum. Beni bu zamana kadar hayatta tutan neyse, yine tutabilsin istiyorum. Deliğe düşmek istemiyorum kıyısında asılı kalmış olsam da.

2 Ekim 2024 Çarşamba

Nasıl öldük, işte böyle

 Seni değil, senin bana vaad ettiğin kişiyi seviyorum demiştim. Şimdi tüm bu olanlardan sonra bana dönüp, hala haksızsın diyebilir misin?

Seni özlüyorum, aklıma gelmediğin gün var mı emin değilim. Seni özlüyorum da, hangi seni özlüyorum? 

Bir adamı özlüyorum mesela. Tatile gitmiştim onunla, çok güzel eğleniyorduk. Şıkır şıkır gezdiğimiz mekanlardan sonra, topuklularımı elime alıp sahile gitmiştim onunla. Çocuk gibi yuvarlanıp durmuştuk kumda. Çok sarhoştum ama tek hatırladığım, deli gibi gülüyor olmamdı. Sanırım ona parende atabildiğimi ispat etmeye çalışıp kendimi rezil etmekle meşguldüm. O da mutluydu, en azından ben öyle umuyorum.

Bir adamı daha özlüyorum. Evden çıkarken günlük güneşlik hava, biz dönerken yere bir karış kar bırakmaya karar vermiş o gece. Eve nasıl döneceğiz diye düşünürken, bir şey olmaz diye atladık arabaya. Stadın orada sağa sola kaya kaya gittiğimiz o yolda dönüp kendime dedim ki, bu adam en az benim kadar deli aslında. Götümüzü etrafa çarpa çarpa eve vardık, ve ilk defa öptün beni. Elimde kardan adamım ve ben, sana aşık olduk o gece. Ben kardan adam da hatırlasın istedim o geceyi, o yüzden onu buzluğa koymaya karar verdim.

Sonra olanlara ne kardan adam, ne de ben dayanabildik sanırım. O minik adamı buzlukta erimiş halde görünce başta çok üzüldüm, ama yok olan yalnız o değilmiş, şimdi anlıyorum. Onunla beraber ben de erimiş, yok olmuşum da haberim olmamış.

En çok özlediğim adamı, sona bıraktım. Evime gelmiş, kanepemde hafif sarhoş benimle Iron Maiden, Mötley Crüe şarkıları söylüyor bağıra çağıra! Bu ne cüret, o bendim. Ben söylerdim bir kaç bira sonunda tek başıma. Air guitarım ve ben, ben yaparım bunu! Yoksa benden bir tane daha varmış da benim mi haberim yokmuş?

Benim dünyadan haberim yokmuş sanırım.

Sonra geldi bu adam, biricik oğlumun babası oldu. Giderdi yatağına, yanına uzanır, öperdi onu. Pumba benden asla yemek koparamazdı ama, ondan hep koparacağı bir şeyler olurdu. Ben kötü polis, o iyi polisti. Bir baktım bir gün yine gelmiş evime, mutfağımda yerde oğlumla uzanıyor. Oğluma bakıyorum, kocaman ağzıyla sırıtıyor, adama bakıyorum ondan eksik kalmayan bir sırıtma var suratında. Sordum kendi kendime, acaba aile böyle bir şey olabilir mi?

İşte olaylar burada kopmaya başladı. Diğer adamla tanıştım sonra.

Bu adam öteki gibi değildi, soğuktu, konuşmuyordu. Hep kendine sakladığı bir şeyler vardı. Ne benim, ne oğlumun sevgisi sanki hiç bir şey ifade etmiyordu onun için. Bir gece, ortada hiç bir şey yokken terk etti beni. Bu adamla olmak demek, kendime saygı duymamak demekmiş. Kendimi rezil ediyormuşum. Susmalıymışım. Öylece gitti o adam.

Paramparça etti beni. Bitmiştim. Yaşadıklarımı kabul edemiyordum. Duymadığım hakaret kalmamıştı ama yine de onunla konuşmak istiyordum. İmkansızdı. Haklıydı, kendime saygım yoktu. Rezil bir haldeydim. Beni hiç umursamayan o adamı hala seviyordum, ama o beni öyle bir aşağılamıştı ki, bir şekilde onu yok etmem gerekiyordu. Sevdiğim adamı öldürmem gerekiyordu, ama ben katil değildim! 

Elime bir bıçak verdi bambaşka bir adam. Kendi de henüz birini öldürmüş ve elinden kanlar akıyordu, elindeki bıçağı benim elime tutuşturdu. Elimde kocaman bir bıçak, gözlerine bakıyorum. Umurunda bile değil ölmek, öylece bakıyordun. İstiyorsan öldür beni, sana iyi hissettirecekse diyorsun. Gözlerinin içine bakarak yavaşça o sivri şeyi kıyafetlerini delip tenine ulaşana kadar itiyorum ve durmuyorum o noktadan sonra. Hafiflediğimi hissettim. Suçluluk hissediyordum, hem de her anından. Ama pişmanlık? Asla. Seni öldürmek, beni rahatlatmanın tek yoluydu. Hayatta kalmanın tek yolu. Ben yaşamayı seçtim, seni feda ederek. Seni öldürdüm, keşke soğukkanlılıkla diyebilseydim ama, her cinayet de canavarca işlenmiyormuş.

Sonra o adam, cesetleri gömmemiz gerektiğini söyledi. Haklıydı, evin ortasında çürümeye başlayan et yığınları çok güzel kokmuyordu açıkçası. Evin ortasında, üst üste yığılmış iki ceset. Tuvalete giderken bile aklına geliyor çünkü üstlerinden atlayarak geçmen lazım. Bok gibi bir durum. İnkar edemiyorsun, çünkü orada, tam önündeler. Belki de 2 metrelik bir çukur, kokuyu kesinlikle gizleyebilirdi. Gömmek çok mantıklı, ve olmamış gibi davranmak. Peki ya bıçak?

Bıçağı da gömmemiz gerekiyormuş, yoksa her şey ortaya çıkarmış. Ben en başından bıçağı o adama  doğrulttuğumda, günün sonunda teslim olmam gerektiğini biliyordum. O ise firari olmaya hazırdı. Teslim olacağımı söyledim, kaçtı. 

Teslim olmaya karar verdim. O akşam ilk defa tek başıma bir şeyler içmeye çıktım. Elimden kanlar süzülüyordu, şaşırdım kimsenin fark etmemesine. Benimle konuşmaya çalışan adamlara baktım, sonra ellerime baktım. Bu kadar hazırlar mıydı bir sonraki kurbanım olmaya? 

Öldürmeyi sevmedim. İstemedim de. Kim ister ki birini öldürmeyi? Elbette bundan keyif alanlar olabilir, sonuçta her şey insana dair. Ben onlardan değildim. Arkamda bir cesetle yaşayabilecek biri de değildim. Gittim ve teslim oldum. Tutuklanırım diye beklerken, serbest bıraktılar.

Kolay mıydı bu kadar? Değilmiş.

Beni saldılar, ben de gittim öldürdüğüm adamı gömdüğüm yere. Hep derler ya, katiller her zaman olay mahalline geri döner diye. Ben bir yıl boyunca bir ölüyle konuştum. Ona ne kadar pişman olduğumu anlattım. Bir ölüyle asla uzlaşamazsın, şimdi anlıyorum. Bir anda attı üstündeki toprağı, beni neden öldürdün dedi, anlattım. Anlıyorum dedi, meğer hiç anlamamış. 

Adam mezardan dirildi bildiğin! Hani yaşıyor dersin, öyle dirildi adam. Yahu ben bıçakladım bu adamı, gördüm kan kaybından nasıl göz kapaklarının hafifçe kapanıp, derin bir uykuya yattığını. Kollarımda öldü, eminim. Kanı hala parmaklarımın arasında süzülüp yere damlıyor. Eminim, öldü! Tam anlamıyla emin olmak için gittim evine, yiyor içiyor işe gidiyor. Nadiren de olsa gülüyor. Adam bildiğin yaşıyor!

Yok ölmedim diyor. Hafif sıyrıklarla atlattım diyor. Ne diyebilirsin ki? Adam ölmedim buradayım diyor. Ancak tamam dersin.

Peki dedim. Madem yaşıyorsun, madem katilini de affettin, artık yeni bir başlangıç yapmanın zamanı geldi. Sen ve ben, katil ve maktül değiliz artık.

Ben ölümü bir bıçak gibi keskin ve hızlı bilirim, lakin öyle ölümler varmış ki, bana bıçak kullandığım için merhametli dersiniz. İnsaflı bir katil olduğumu düşünüyorum, çünkü benim ölümüm çok daha uzun ve sancılı oldu.

Biz ölmediğini iddia eden adamla her gün yiyip içiyor, muhabbet ediyoruz. Ben her şey yolunda sanıyorum ama içimde garip bir his var. Aylarca anlayamadığım garip bir his. Yediğim içtiğim hafifçe midemi bozuyor, aldırış etmiyorum. Sonuçta ne yiyorsak o da yiyor, o hala ayakta. Demek ki bana da bir şey olmaz diye düşünüyorum.

Ben yavaşça çöküyorum, hep midem kötü, hep bir yerlerim ağrıyor. Kafamı kaldıramıyoum çoğu gün belki de. Dirilen adama bakıyorum, dimdik ayakta. Bir de beni suçluyor iyi olmamakla. Yahu iyi değilim tamam ama, sen nasıl iyisin? Katil olduğum için böyleymiş. Katiller böyle hissedermiş. Tamam diyorum, illa ki bir bedeli olacaktı. Varsın biraz halsiz olayım, biraz da midem ağrısın. Hiç sorun değil. Zaten razıydım bunlara teslim olurken.

Ölmeyen adam, her gün ölümü tadarken ben, her nefes alışımda şişip sünen ciğerlerim ve atan kalbimle onun soğuk bedenini kabullenmeye çalışıyorum. Öldü ve dirildi, tabi ki benim gibi atan bir kalbi olmayacak, teni sıcak olmayacak, mimikleri olmayacak. Belki hisleri bile olmayacak. Ben yaşıyorum, o her gün bunu kıskanıyor içten içe. Atan kalbimi, ellerimden çoktan sildiğim kanını. Kızgın bana, öldü çünkü. Ben ise yaşıyorum. Yaşıyorum ama, her nefes alışım bir öncekinden daha da ağır, daha silik. Nabzım zayıflıyor günden güne. Neden anlamıyorum. Belki de bir ölüyle yaşamak, biraz da ölmek demek?

Bir gün eve geliyorum, artık nefes alamıyorum. Ağrılarım dayanılmayacak hale gelmiş. Yardım istemeye, ölmeyen adama gidiyorum. Dayanacak gücüm kalmamış, mecalim yok. Kapıyı aralıyorum. Ölmeyen adam karşımda yine her zamanki gibi dimdik duruyor. Senin hiç bir şeyin yok, gayet iyisin diyor. Eminim iyi hisseden biri, benim gibi hissetmezdi. Kapıdan sıvışan biri var, çift de olsa görebiliyorum. Sanırım bir kişi. Sigara dumanı gibi yok oluyor kapının ardından. Artık görüşüm iyice bulanıklaşmış, ne gördüğümü bile bilmiyorum. Ağzımda bir kalabalık var, tükürüyorum. Üzerinde hafif pembelikler olan köpüklü beyaz bir sıvı. Dizlerim yere vuruyor, midemdeki ağrı artık ayakta durmama izin vermiyor. Gözlerine bakıyorum ne oluyor diye. O kadar eminim ki beni hala kurtaracağından. Ölü bir adam nasıl bakarsa, öyle bakıyorsun gözlerimin içine. O an düşünüyorum, benimle kumlarda yuvarlanan adam, bu adam olamaz, imkansız.

Gözlerinde hala bir merhamet var ama o kadar uzaklarda kalmış ki, sen bile emin değilsin hala orada olduğundan. Meğer aylarca, yavaşça zehirlemişsin beni. Yavaşça ölmemi izlemek istemişsin. Seni nasıl öldürdüysem, uzun uzun görmek istemişsin bunu yaşamamı.

O yüzden bıçak, çok daha merhametliydi. 

Sen de beni öldürdün, ben ne öldüğümü fark edebildim, ne de senin elinden gelebileceğini. İkimiz de artık, soğuk elleriyle hala el ele tutuşan iki zavallı ölü olduk. Cesetlerimizi kaldırsınlar diye bekliyoruz birilerinin salonunun tam ortasında, el ele, bambaşka yerlerde. 

Artık kim kimi öldürdü, kim daha merhametliydi, kimin daha haklı sebepleri vardı, sanırım asla bilemeyeceğiz. Tek bildiğim, ölmüş olmamız.

Öteki tarafta görüşeceğimize eminim. Umarım araftan hızlıca çıkar ve beni bulursun. Çünkü hesabımız daha kapanmadı.

Nazlı





23 Mayıs 2024 Perşembe

30.5

Güneş'in etrafında ilk turumun 30. seneyi devriyesinde, tekrar buradayım. Okudum baştan tüm hislerimi. Günlük tutmak çok güzel bir alışkanlık, çünkü hiçbir kitap insanın kendi yazdıkları kadar etkili olmuyor sanırım. Bugün buraya, mutsuzluğumla geldim tekrar, yalnız bir şeyi anlıyorum artık; mutsuzluğu biraz da abartmışım sanki. Nasıl mutlu oluyorsan, mutsuz da olacaksın. Mutsuzluk olmasa mutluluk olur muydu?


Çok şey yaşadım 30 senede, belki de 40-45 seneye anca sığacak olayları 30 seneye sıkıştırmış gibi hissediyorum kendimi. Üzerimde 50 yaşında bir kadının tecrübesi ve bıkkınlığı, ama 15 yaşında bir kız çocuğunun merakı ve heyecanı da var aynı anda. İkisi birlikte nasıl oluyor bilmiyorum ama, 30 sene sanırım buna vesile oldu. En büyük korkum yaşlanmaktı, hala hiç yaşlanmadım biliyor musun? İhtiyarlıktan öyle bir kaçıyorum ki, sanırım beni bir süre daha kola kolay bulamayacak. Büyüdüm mü? Bence epeyce. Büyümek üzerimde bir hüzün bırakır sanıyordum, ben büyüdükçe daha da çocuksulaştım. En derin acıları en basit haliyle görüp atlatmayı öğrendim. Her şey insana dairmiş, hiç bir şeye şaşırmamayı, ama her şeyi ilk defa yaşıyormuşçasına da heyecanlanmayı öğrendim. Çelişkiler beni bitirir sanıyordum, beni ben yapan şeyin çelişkilerim olduğunu anladım. Rüzgara karşı durmaya çalışmak yerine, uçmayı öğrendim. Artık hiç bir şeye karşı koymamanın hafifliği var üzerimde. Her şeyi olduğu gibi kabul etmenin verdiği o hafiflik. Belki de en önemlisi, babamı affedebilmek oldu, ölümünden 10 sene sonra. En büyük korkum hayatıma giren adamların babama benzeme ihtimaliydi, öyle adamlar tanıdım ki, keşke babam gibi bir adam çıksa karşıma der oldum. Korkularımın en büyük ayak bağım olduğunu görüyorum artık. Korkunun ecele faydası olmadığını da artık anladığım gibi. Belki de bu yaşımın bana verdiği en güzel hediye, artık korkularımla barışıp, onları azat etmem oldu. 

Bunca senedir yazdığım onca karamsarlığın artık kalktığını görmek, ileride bu yazdıklarımı okurken bana tekrar umut ışığı olacak, eminim. Yolun yarısına 5 kala, yolun belki de yeni başladığını hissediyorum. Beni, bundan sonra yaşayacaklarım öyle heyecanlandırıyor ki, iple çekiyorum bu yazdıklarımı bir 10 sene sonra okumayı. O zamana kadar kendine iyi bak Nazlı'cım, ayrıca sigarayı bırak yoksa bir noktada gerçekten yaşlanmaya başlayacaksın.