İlk kez bu kadar uzunca bakıyorum boş bir sayfaya. Yazmak istiyorum ama ne yazacağımı bilmiyorum. Yazabilmek için önce hissetmek gerekiyor, ne hissettiğimi düşünmek zorunda kaldığım için şu an, yazamıyorum sanırım.
Bazen kendimi küçük ve fakir bir ülkenin diktatörü gibi hissediyorum. İktidarda kalabilmek için ülkemi hep bir savaşın içinde olduğumuza ikna etmem gerekti. Onlara bir düşman vermezsem, asıl düşmanlarının ben olduğumu anlayacaklarını biliyorum. O yüzden yaşadıkları sefaleti bana bağlamalarındansa seni düşman bilip öfkelerini sana kusmaları açıkçası iktidarımı bir süre daha ayakta tuttu. İnanır mısın sen bu rol için, biçilmez kaftandın. Hemen yanı başımızda sürekli sınırlarımızı ihlal ediyor, zaten olmayan altınlarımızla güç bela alabildiğimiz bir kaç çuval erzağın geçtiği yolları kapatıyor, hiç bir suçu olmayan köylüleri öldürüyordun.
Elbette seninle masaya oturup, bu yaptığın saçmalıklara bir son verebilirdim, sanırım istediğin tek şey sana saldırmayacağıma dair bir sözleşmeydi. Sen de kendi sınırlarını korumak istiyordun, makul bir sebep. Ben ise her halkıma seslendiğimde onlara nasıl senin topraklarını fethedeceğimize dair vaatlerde bulunuyordum. E ama ne yapayım? Şimdi bana karşı mı ayaklansınlar yani? Zaten benim berbat politikalarım yüzünden açlık ve sefalet içinde yaşıyorlar ve tek avuntuları, benim senin topraklarını ele geçireceğim olmasıydı. Sen de pek iyi yönetemiyorsun ama ülkeni, yoksa anlardın bence benim bunları sadece bir kaç köylüyü beni biraz daha iktidarda tutsunlar diye söylediğimi. Biraz gergin bir diktatör olduğun için çok ciddiye aldın, aslında sadece işler böyle yürüyor, bunu biliyor olman lazımdı.
Sonra söyledin aslında senin ülkende de işler pek yolunda gitmiyormuş, sen de iktidarda kalabilmek için bana saldırıyormuşsun. Sen de kasayı sıfırladığın için halkını bana karşı kışkırtarak bir şekilde iktidarda kalmaya çabalıyormuşsun. Son görüşmemizi belki en başta yapsaydık ne bu kadar insan ölürdü, ne de savaşmak uğruna bu kadar para harcayıp halklarımızı sefalete sürüklerdik. İkimiz de biliyoruz ki iktidarın doğasında bu yok, tarih hangi hükümdarı çok iyi barış sağladığı için yazdı ki? Elbette savaşacaktık. Tarih bizi böyle yazmalıydı. Öbür türlüsü çok sıkıcı. Biz de savaşmaya devam ettik.
Böyle anlatınca çok gaddar bir diktatörmüşüm gibi geliyor kulağa. Aslında o kadar korkunç biri değilim. Halkımın ne yaşadığını hep takip ettim, yaşadıkları acıları, açlığı ve sefaleti hep yakından izledim. Hatta bir kere bir köylü çocuğunu kucağıma bile aldım, benim ismimi vermişler, yoksa almazdım sanırım kucağıma. Arada bir merhamet göstermek gerekiyor bilirsin, insanlar farklı bir tarafını da görmeli. Kendilerinden bir şeyler.
Onlara dürüst olduğumuzu düşünsene? Çıplak elleriyle etlerimizi koparır, bağırsaklarımızı söküp kokoreç yaparlar bizi. Eminim senin gelecek planların arasında kokoreç olmak yoktur, benim de öyle bir niyetim yok açıkçası. Gerçi kokoreçe dönüp bir köylünün midesinde varlığımız son bulsa buna çok gülerdim sanırım. İki kokoreç parçası olarak mideden bağırsaklara ilerlediğimizi düşünsene. Gerçi o senaryoda bile bana "haha bak mideden bağırsağa ben daha önce iniyorum, sana midedeki asit banyonda kolay gelsin" diye bağırırdın. Ben de sana "en azından benim boka dönüşmem seninki kadar hızlı olmadı, umarım o köylüyü kabız eder ve günlerce bağırsaklarında tıkılıp kalırsın!" derdim. Günün sonunda benzer bir lağımdan yavaşça yüzeyde süzülerek, biraz batıp biraz çıkarak, topraklarımızda ikimizin de hiç görmediği küçük, dar ve cılız akan bir nehirden yavaşça süzülerek, ikimizin de kıyısı olduğu o sonunu görmeye hiç cesaret edemediğimiz denizin açıklarında bir yerde buluşurduk. İki öğütülmüş küçük kokoreç parçası olarak hayatlarımıza devam ederdik, bu sefer bir balığın midesine inene kadar.
Neyseki kokoreç olmadık. Gerçi kokoreç olmak şu an yaşadıklarımızı düşününce o kadar da korkunç bir senaryo gibi de gelmiyor. Acaba her şeyi boş verip kokoreç mi olmalıydık?
Sorun şu ki seninle olduğumuz savaş bana pek çok askere ve paraya mal oluyordu artık, sınırlarımı savunacak kadar adamım kalmamış, tüm paramı bu savaşı finanse etmeye harcadığım için halkımı doyuracak param da kalmamıştı. Ayrıca bu savaşın en başından beri benim şahsi hırslarımın bir ürünü olduğunu da biliyordum ama bir şekilde iktidarda kalmam gerekiyordu, bilirsin bu işler böyledir. Tahtımdan inersem kim olacağımı, bana ne olacağını kimse bilemez. Sonunu göremediğim bir şeyin peşinden asla gidemezdim, iktidarım her ne pahasına olursa olsun devam etmeliydi. Yönetmek için doğmuşum, başkaları adına karar almak benim işim, kendim için kararlar almak uzmanlık alanım değil. Kendimle yüzleşmek yerine bir kaç yüz bin köylünün kaderini belirlemek daha kolay, sonuçta her ne karar alırsam alayım bunların sonucundan asla ben etkilenmeyeceğim. Olan onlara olacak ve ben bir kaç gün vicdan azabı çektikten sonra her zaman ne yapıyorsam tekrar onları yapmaya devam edebileceğim.
O yüzden sana suikast düzenlemeye karar verdim, savaşı askerlerim kazanamıyorsa, bir süikastçı senin icabına bakacak ve senden sonra ülkende çıkan kargaşadan faydalanıp hem topraklarını ele geçirecek, hem de bir savaşı kazanmış olacaktım.
Hafife almışım seni. Hayatta kaldın, tabii ona hayat denirse. Bana suikastçının kellesiyle beraber yolladığın barış anlaşmasını incelerken aslında anlamalıydım bunun gerçek bir barış teklifi olmadığını. Kim bedeninde koparılmış bir baş ile barışmak ister ki? Zaten bir şey diyeyim mi? Anlamıştım. Amacın barışmak değildi sadece çok yıpranmıştın, savaşamayacak kadar yıpratmıştım seni. Ama bu teslim olduğun anlamına gelmiyordu. Olmak istedin belki ama benim seni öldürmekte kararlı olduğumu da anlamıştın.
Yine bir sene barış içinde yaşadık, halklarımız sefalet içinde yaşamaya devam etti ama en azından ikimiz de savaş için sürekli bir kaynak harcamıyorduk. Tekrar savaşabilmek için güç topluyorduk belki de. Tabi bir de kokoreç olmaktan ucuz yırttık sanırım, onun da etkisi büyük diye düşünüyorum.
Bu savaşsızlık benim iktidarımı çok sarsıyordu. Sorun sensin, dış güçler değil demeye başladılar. Ya bu cahil köylüler de ne hikmetse hemen uyandılar. Her gün arpa suyu ve buğday çorbası sanırım zeka gelişimlerini durdurmak yerine, farklı bir yerden tetikledi onları. Halbuki bana ve sana şükretmelilerdi. Nankör cahiller ayaklandı, inanabiliyor musun? Bir sene savaşmadım ve şimdi sarayımda kapıya dayanmış, ellerinde tırpanlarıyla beni kokoreç yapmak istiyorlar! Seninle barışmak, sanırım kısa vadeli bir statüko sağladı ama uzun vadede bu yarım akıllı köylüleri her şeyin güzel olabileceğine ikna edemedi.
Bir şekilde susturmayı başardım arpa beyinlileri. Karnınız doyuyor mu? Evet. Gece evinize eşkiyalar geliyor mu? Hayır. E daha ne istiyorsunuz?
Anlaşılmak istiyorlarmış. Fakire uğraş vermeyince böyle oluyor işte, hep daha fazlasını istiyorlar. Bak ne kanın akıyor ne de karnın aç. Yok, rahat götlerine battı çünkü, şimdi de fransızlar gibi adalet istemeye başladılar. Neymiş senin saldırmayacağından emin değillermiş, güvende hisetmiyorlarmış. Bize toprak vaad ettin, ama ne sınırlarımız genişledi, ne de topraklarımızın işgal edilmeyeceğine dair bir güvence var diyorlar.
Bazen tüm köylüleri öldüresim geliyor, sonra hatırı sayılır bir miktarı zaten katlettiğim aklıma geliyor. İçten içe hak vermiyor da değilim. Günün sonunda ölenler hep onlar oluyor.
Bir akşam tüm bunları dairemde düşünürken koridorda bir gürültü duydum. Hemen kapıyı araladım, ne oluyor diye anlamak isterken bir kesik baş yuvarlandı kapının arkasından ayaklarıma. Sonra muhafızlara baktım, elinde baltadan hallice bir bıçak, üstünden kanlar akıyor. Bana ulaşamadan kesmişler başını.
Hani savaş bitmişti? Sanırım barış hiç olmamıştı.
Ve tekrar seninle, başladığımız yere geri döndük. Ellerimizde iki süikastçinin kellesi, halkımıza seslenirken ellerimizde kesik başlarla "Bakın, bize ne yapmak istediklerine iyi bakın" diye haykırıyoruz seninle. Farklı saraylarda, farklı dillerde aynı şeyi bağırıyoruz. "Bizi öldürmek istiyorlar!"
İktidarlarımız artık güvende. Savaş devam ediyor. Elimizde kanlı kafalar var, birbirimize mi sallıyoruz halklarımıza mı sallıyoruz belli değil. Sallıyoruz çünkü yaşamak istiyoruz. Gömemeyiz, yoksa kokoreç yaparlar.
Biz ellerimizde kesik başlarla ağzımızdan tükürükler saçarak savaş çağrıları yapmaya devam ediyoruz. İyi ki kokoreç olmadık değil mi?
Biz kokoreç olmadık ama, herkesi kokoreçe çevirdik. Biraz tuzlayıp yediriyoruz afiyetle. Bu halklar bir gün sormaz mı tüm bunlar ne içindi diye? Umarım sormazlar çünkü iki diktatörün de buna verecek hiç bir cevabı yok. Tek dertleri kokoreç olmamaktı.
Savaş bitmedi belki ama, biz bittik. Halklar hala öfkeli. Senelerdir et yemedikleri için et yiyebilmenin tek yolunu bizi kokoreçe çevirmek olduğunu düşünüyorlar. Arada gizlice mektuplar yolluyoruz birbirimize. Başta ilk barış çağrısını sen yaptın. Ama o ilk elinde yolladığım suikastçının kellesiyle gelen barış teklifinden sonra açıkçası pek samimi gelmedi. Üstelik ayaklarımda senin yolladığın suikastçinin kanı hala sıcakken, inanmak istemedim, halkım da beni destekledi. Hepinizin kellesini almalıyız! Bu iş artık çığırından çıkmıştı.
Onlar hala öfkeliyken ben, onlar için üzülmeye başladım. İlk defa hallerinden ne kadar memnun olduklarını bilsem de, bunları yaşamayı hak etmediklerini düşündüm. İki diktatörün arasındaki kan davası yüzünden onların ölmesi beni garip bir şekilde rahatsız etmeye başladı. Ne için öldüklerini bile bilmiyorlardı, sadece sizden daha az ölmek istiyorlardı. Daha az ölsünler ama siz daha çok ölün. Sabahtan akşama arpa suyu ve buğday dayamamın ekmeğini işte şimdi yiyordum. Tamamen aptallaşmışlardı ve tek görmek istedikleri şey sizin akan kanınızdı. Ben yine de iktidarımın sona ereceğini bilerek seninle barışmak istedim. Bir grup gerizekalının ölmesinin beni bu kadar etkilemesi saçma evet, ama dayanamadım. Daha fazla kimse ölsün istemedim. Nihayetinde artık seninle bir ateşkes yaptık.
Sonra ne mi oldu?
Sonra ben kokoreç oldum. Bir köylünün midesinde tek başıma bir kokoreç parçası olarak süzüldüm, yanımda bir pul biber tanesi gördüm. Gülümsedim. Köylü möylü ama ağzının tadını biliyormuş. Ben hafife almış olabilir miydim köylüleri acaba? Belki de onlar için en iyi olacak şey, benim ölmemdi. Şimdi bensiz bir şekilde kendilerini nasıl idare edeceklerini öğrenmeleri gerekiyordu. Umarım demokrasiyi keşfetmezler bu arada.
Pul biber tanesiyle birlikte bağırsaklara doğru kaymaya başladık. Bu arada mimarı kim bilmiyorum ama nereden baksan iyi tasarım, sürekli bir virajdan geçip kaydık pul biber tanesiyle bağırsaklardan. Su kaydırağı gibi bir şey, baya da eğlenceli. Çıkışa gelince biraz sıkıştık, gereksiz samimiyet gerektiren bir pozisyonda pul biber ile birlikte o küçük, dar ve cılız nehire aktık. Uzaktan el salladım ona, sanırım görmedi. Ben yüzmeye devam ettim.
Sürüklenirken nehrin açıldığı denizde, içimi garip bir huzur kapladı. Onca mücadele, onca akan kan. Eğer huzur bu kadar basit idiyse biz neden bu denize daha önce düşmedik ki? Evet huzurlu ama çok mutsuz. Ne kolum var ne bacağım. Konuşmak istemesem dilim yok. Sadece düşünebiliyorum. Bir kokoreç parçası olmak çok da kolay bir şey değilmiş. Sadece "olabiliyormuşsun". Başka da bir şey yok. Seneler evvel sarhoş bir adam gelmişti sarayıma, "düşünüyorum, öyleyse varım" demişti. İçimden sakat galiba demiştim. Tüm fransızlar gibi aklının bir kısmı sakattı zaten. Şimdi anlıyorum ne demek istediğini. Denizin ortasında anlamsız bir kokoreç parçasından başka hiç bir şey değildim, tek yapabildiğim düşünmekti. Düşünebiliyorsam bir şekilde hala vardım.
Sonra uzaktan, seni gördüm. Makattan yeni fırlamışsın, denizde yolunu arıyordun. Sen de beni fark ettin. Hareket edemediğimiz için dalgalara güvendik bizi birbirimize yaklaştırabilsinler diye. Aynı dalganın iki ucunda buluştuk seninle ve yavaşça bir araya geldik. Sözlerin bittiği yerde iki kokoreç tanesi olarak sadece o anlığına bir arada olabilirdik, sonrasında dalgalar başka yönlere, biz de başka kıyılara vuracaktık. Tek bir anın vardı benimle ve bana dedin ki; "O ilk suikastçiyi bana göndermeyecektin".
Sonra yavaşça, uzaklaştık birbirimizden. Ta ki gözden kaybolana kadar. Bu hikaye de iki kokoreçin hikayesi olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder