4 Ağustos 2013 Pazar

Gökyüzünün Renkleri

  kafasını yukarı kaldırdı. göğe yakın bir yerde, bir pencere açıktı. bir sigara dumanı, pencereden kaçarak göğe daha da yakın bir yerde yok oluyordu. hemen oradan uzaklaştı. kaçmak, uzaklaştığını düşünmek, yaklaşmanın en çaresiz yolu aslında.

  güzel bir günün sonuna yaklaşmıştı. günün ağarmasına bir kaç saat kalmış, hayatının kötü bir senfoni olduğu üzerine düşünüyordu. belki kısık sesle katlanılabilir, ama yüksek seste kesinlikle zevk vermeyen, beklenmeyen iniş çıkışlarla kendini şaşırtmaya çalışan ucuz bir senfoni. çünkü güzel senfoniler, insana müzik dinlediğini unuttururdu, tıpkı güzel bir hayatın, yaşandığını hissettirmeden göz açıp kapayana kadar geçmesi gibi. ama kötü bir senfoniden zevk almaya çalışmak, berbat bir hayattan zevk almaya çalışmaktan kesinlikle daha zordu. tüm bu düşüncelerle beraber, gene de zevk alınması gereken güzelliklerin farkına varmaya çalıştığı bir gün geçirmişti.

  Kadıköy'e dönüyordu. Kadıköy'e dönmek mi, Kadıköy'e gitmek mi, Kadıköy'e mi gitmek, orası tartışılırdı. hemen altında gecenin mavisinin her tonu, sonsuzluk, hepsi bir arada yatıyordu. en çok istediği, hep hayalini kurduğu şey gerçekleşecekti, haberi yoktu. ama unuttuğu şey şuydu, hayal ettiğin şey başına gelse bile, tadı hayaldeki kadar güzel olmazdı, ve mutlu sonlar belki de kötü başlangıçlardı. ama bunları düşünmesine daha çok vardı ki, telefonu çaldı.

  tartışmalar, kavgalar, bağırışlar, sevgi, aşk, hepsinin aynı duyu organımızla algılamamız çok saçma değil mi? çok saçma, çünkü hiç biri duyulmaz, hissedilir, hissettirilir. o da hissettirmek için gelmişti. Kadıköy'de bir sokakta, göğe yaklaşan pencerenin çok yakınlarında bir yerde karşısına dikilivermişti. konuşmalarına gerek kalmadı, çünkü duyulacak bir şey yoktu ortada artık. beraber uzaklaştılar, yaklaştıklarını fark etmeden.

  o gece, o sabah, gökyüzü maviydi, siyahtı, beyazdı, kırmızıydı, mordu, pembeydi. duyguları bu zamana kadar ne çeşit renk giydiyse, gökyüzü hepsinin özetini geçti onlara. onlar sarıldılar, gökyüzünün, onlara hayatlarını göstermelerini izlediler. gökyüzü son rengini de aldığında, sıra onlardaydı. onlar gökyüzüne, belki ileride kendilerine anlatabileceği yeni bir duyguyu verdiler. ama gökyüzü, bu duygunun rengini onlara asla gösteremeyecekti, çünkü insan oğlunun göremediği bir sürü renk vardı ve gökyüzü her an her dakika bu renkleri alıyordu, ama insanlar her saat, her gün aynı rengi görüyorlardı. hislerini kaybeden insanlar da gökyüzüne baktıklarında sadece maviyi görürlerdi, gök kuşağındaki milyonlarda rengin çok daha ötesinde, o asla görülmeyen renkler, aslında her dakika gök yüzünde belirir ve görmek isteyenlere en yoğun biçimde görünürdü. ama onlar da aynı rengi görmenin ötesine geçemediler ve gökyüzü onları terk etti. bundan sonra aynı gökyüzüne bakmanın bir anlamı olmayacaktı, çünkü artık, herkesle aynı rengi görüyorlardı.

  o, farklı bir gökyüzünün altında düşünürken, çok büyük mutlulukların çok büyük korkularla beraber geldiğini anladı. çok korkmuştu, ama aynı gökyüzü altında, sadece onların görebileceği ve anlayabileceği renkleri izlerken korkularını silmek çok kolay olmuştu. oysa şimdi en büyük korkusu gerçekleşmişti.

  insan, en büyük korkusu gerçekleştiğinde ne yapardı? hiç bir şey yapmazdı. o da hiç bir şey yapamadı. kafasını kaldırıp simsiyah göğe baktı sadece. gökyüzü; perdelerini çekmiş, ona sırt dönmüş gibi siyahtı. gördüğü şey boşluğun ta kendisiydi. yer yüzündeki tüm renklerle göğü boyamaya çalışsaydı bile, siyahın tonunda en ufak bir değişim bile olmazdı. gök, bu yüzden siyahtı. siyah, tüm renkleri yutar, yok ederdi. ve siyah, tüm renklerin karışımıydı. var olan tüm renklerin karışımı. o da, var olan tüm duyguları hissetti ve karardı.

  göğü kararan insanlar, kendilerini rengarenk odalarda yapay gökyüzleri yapıyorlardı. yapay mutluluklara derin anlamlar yüklemeye çalışıyorlardı. mat renklerde soyutluk arıyorlardı. o renklerin içinden asla geçilmezdi, o renkler insanın yüreğinden akamazdı, ve o renkleri her insan aynı görürdü. sorun da buydu, herkesin gördüğünü görmek bir sorundu. özel olan sadece bir kişiyle aynı şeyleri, aynı gökyüzünü, aynı rengi görebilmekti. bıraksalardı tüm insanlar gökyüzünü mavi görürken, onlar henüz isimleri konulmamış renkleri beraber görselerdi. dünya üzerindeki milyarlarca insandan sadece ikisi aynı renkleri görürken, farklı göğün altında uyumak belki şımarıklıktı. ama gökyüzü böyleydi, ona asla sahip olamazdın. onu sadece görebilirdin, gökyüzünün sunabileceği tek şey buydu, duygularıyla insanları yüzleştirmek. ötesine karışamazdı. ötesi, insanoğlunun tercihine kalmıştı.

  kafasını yukarı kaldırdı. göğe yakın bir yerde, bir pencere, sımsıkı kapalıydı. bir sigara dumanı, ellerinin arasından süzülerek ondan kaçıyor, göğe daha da yakın bir yerde yok oluyordu. biraz baktı, sonra yavaşça uzaklaştı.

12 Temmuz 2013 Cuma

Kavurmalı Kaşarlı Pide

Ve sonra dedim ki,

Eski sevgiliyle tekrar başlamak dolapta dünden kalan kavurmalı kaşarlı pideyi ısıtmaya üşenip soğuk soğuk yemek gibidir.

Aslında aynen böyle, dolaptaki dünden kalan pide daima çekicidir. dolapta olduğunu bilirsin, acıktığın anda ona yöneleceğini ve asla aç kalmayacağını bilirsin. ama dünkü pide asla dünkü gibi güzel değildir. o pidenin yenemeyip dolaba kaldırılmasının iki sebebi vardır, doymuşsundur ve daha fazla istememişsindir, çöpe atmaya kıyamayıp, tekrar nasıl olsa yerim diyerek dolaba kaldırmışsındır. ya da, belki başkaları yemek ister, o dursun o dolapta dersin.

Part 1
Kapı çalar ve pide gelir

kapı çalar ve sıcak kutusunda pide gelir. pideyle her şey güzel gidiyordur. dolaptan kolanı alırsın, masaya gider, dilim dilim sıcacık pideyi, kaşarını çekiştire çekiştire ayırır, ağzın yana yana yersin. ardından biraz kola. dengeli ve güzel giden bir ilişki adeta. pide yenir, yenir, yenir. hafif doygunluk hissiyle bir dilim daha yenir. o dilimin ortasında duyduğunu anlarsın. kemirilmiş pide parçasını kutuya geri koymak istemediğinden ite kaka yenir o dilimde. kolanın da son yudumu hüpletilir, ve yemek sona erer.

part 2
dolaba kaldırılış

kutu özenle kapatılır. ortalıkta bi pide kutusu biraz irrite edici göründüğü için, buzdolabına kaldırılır pide kutusu. akabinde salona gidilir -yaz ise balkona çıkılır- tabi hazır mutfağa gidilmişken kola tekrar doldurulur, ve bir sigara yakılır.

pidenin aç aç yenirkenki o mutluluk duygusu artık yerini 'o son dilimi yemeyecektim' hissine bırakır. bu his pişmanlıkla karışık mutluluktur. pişmanlıktır çünkü çok yemişsindir, o kavurmalar midene oturmuştur. kimse kolay kolay kaşarlı kavurmalı bir pideyi mide fesadı geçirene kadar yemeyi bırakmaz. ben en azından öyleyim. biraz da mutluluktur, çünkü doymuşsundur. aç kalmaktansa çok yiyip üzerine bir sigara yakmak daha güzeldir çünkü. ayrıca o sigara o kadar güzel gider ki üzerine, biri bitince diğerini yakarsın ve bir kaç ay pardon saat böylece geçer. sonuçta hepimiz sevgilisinden ayrılınca üzerine bir sigara yakan tipleriz. kavurmalı pidenin de üzerine sigara yakarız. hiç bi fark yok aslında.

part 3
acıkma

-bu hissin allah belasını versin.-
pidenin ardından sigaralar, kahveler içilmiş. bir süre vakit geçmiş, yapılması gereken işler varsa halledilmiştir. pidenin verdiği ağırlık hissi çoktan geçmiş ve unutulmuş, tekrar acıkılmıştır. dolaptaki bir iki dilim pidenin varlığı, çok fazla olmayan açlık hissini bastıracak kadardır ve bu çok iyi biliniyordur. dolaba yönelinir. pide kutusu çıkarılır, içi açılır.

tabiki de o iki dilim için zahmetli ısınma işlemine girilmez. pideyi olduğu gibi kabullenmeyi öğrenmişsindir. o pide soğuktur, ve ısıtılmayacaktır. hem belki soğuk da güzeldir? -soğuk kavurmalı pide asla güzel değildir-

part 4
soğuk pide

soğuk pide ağza atılır. çiğnenir ve yutulur. az önce dediğim gibi, soğuk kavurmalı pide asla güzel değildir, bunu herkes bilir, ama o soğuk pideyi sana yedirten şey, üşengeçlik ve açlık. öncelikle üşenirsin çünkü dolapta hazır bir yemek vardır, bir hamleyle ağzına atıp doyabilecekken, tekrar onu ısıtmak, ya da yeni yemek söylemek ve onun gelişine kadar ki zahmetli bekleyişi göze alamazsın. nasıl olsa dolapta o pide seni bekliyordur. bir diğer önemli etken de açlık. sıcakken yediğin pidenin tadını bilirsin, muazzam. soğukken de o performansı beklersin. çünkü açsındır. o pidenin sıcağı ve soğuğu arasındaki farkı ayırt edemeyecek kadar açsındır.

ama artık, soğuk pidenin donmuş kaşarı lastik gibi ağızda parçalanmayıp, donmuş yağı da leş gibi damağına yapışında, artık soğuk ve sıcak pide arasındaki farkı çok iyi kavramış olursun. ve daha kötüsü, sıcak pidenin aşırı yenişiyle gelen pişmanlık, soğuk pidenin donmuş yağının damağa yapışıyla gelen pişmanlığın yanında çok daha hafiftir.

pide tekrar dolaba, bir başkası onu ısıtıp yiyene kadar orada kalacak şekilde, arkalara bir yere itilir ve orada kalır.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------
bu yazıyı okuduktan sonra, ya bir kavurmalı kaşarlı pide söylersiniz ya da eski sevgilinizi arasınız. seçim sizin.



8 Temmuz 2013 Pazartesi

Annem

Her halde bir kızın annesiyle kurduğu bağ kadar güçlü başka bir şey yoktur.

annem bana ''kahve içer miyiz hatun?'' dediğinde yüzümdeki parlama, kafamda kurduğum muhtemel dedikoduların açığa çıkışının vereceği heyecan, peşinden bana bakacağı falın şimdiden vermiş olduğu merak duygusu, mezun olduğumda bile bir araya gelemez muhtemelen.

Aslında annemle ilgili yazmak istediklerimi bu gün yazmamın şöyle bir sebebi var, her öğlen kestirmemin bir klasiği olarak annemle ilgili bir kabus gördüm, kabusta annem hala tam kavrayamadığım bir psikolojik hastalığa yakalanıyordu ve bunu bir tek ben fark ediyordum. Sanırım bundan fazla etkilendim ki, uyanır uyanmaz anlattım kendisine. ''yahu bak bende bi şey var mı? turp gibiyim.'' diyerek beni rahatlattığından, takiben 5 dakika daha kendisine garip bakışlar attıktan sonra normalde döndüm ve bunları yazmaya karar verdim.

Tabii annemle ilgili rüyamda onunla ilgili bu değişikliği bir tek benim fark etmemin bilinç altımda şöyle bir referansı var, gerçekten de annemin canı sıkıldığında ya da arada 'darlandığında' bunu ilk ben fark ederim. tabi babam da odun değil anlıyor ama önce facebook'ta tavla'da yenilip sinirlenerek başından kalkması ve anneme yönelmesi gerekiyor. -annem ve babamın facebook oyunlarına bağımlı hale gelmeleri ve benim günde toplam oynadığım skyrim saatini yaklaşık 5'e katlamalarına başka bir yazıda değineceğim.-

Ben nasıl hatunun çenesinde sakal çıksa ilk fark eden oluyorsam, annem de benle ilgili bir sıkıntı olduğunda ilk  farkeden kişidir. bazen bunu o kadar profesyonelce yapıyor ki, bırak canın mı sıkkın diye sormayı, ''hadi gel senle xxx yapalım'' diyerek kafamı dağıtmaya yöneliyor direkt. tabi eğer bu xxx kısmına bir fill in the blanks ayarı çekersek, top rated teklifler şöyle:
1.hadi senle incik boncuk yapalım biraz (bir ara cidden bujiterilerden çıkmıyorduk, bu onun ürünü sanırım)
2.hadi senle bulaşık yıkayalım (bu da annemin biliyorum canın sıkkın ama çok işim var, bari işin ucundan tut bi yandan laflarız deyişi)
3.hadi senle herkül'ü gezdirelim (kızım köpeğin kakası geldi, ona da yazık bi yandan gezdirelim bi yandan da laflarız)
4.hadi sana fal bakayım (bu en sevdiğim. ama canımın sıkkınlığı pik yaptığı zamanlar bunu tercih ediyor. işin vahametinin farkındayım diyor aslında)
5.hadi bi kahve yap da içelim (belli ki bi dedikodu sıkmış senin canını, hem ben de merak ettim bak şimdi. ay aa yoksa xxx'le mi ilgil...-burada konudan kopuyor-)
6.hadi gel fatura yatırmaya gidelim (bu da en başarısızı, :no: bakışlarımı gördükten sonra tek başına çıkıp geliyor ve üstteki maddelerden birini tekrar ediyor)
7.hadi gel kek yapalım (ben genelde bunu da reddediyorum, oldu bi de nil'den kek'i açar ağlaya ağlaya melankolik mutfak kızı tribine gireyim? bakışları atınca -bu bakışlar tamamen spontane cidden nasıl oluyor bir fikrim yok- dudağını bükerek 'bu da mı gol değil' diyerek mutfağa gidiyor, kek yapıyor ve odama geliyor, kek kokusuyla uyanıyorum ve arada, yanağım sıcak kek kalıbına neredeyse yapışacak mesafe kurulduğunda zaten can havliyle derdi tasayı unutuyorum, ki sanırım bu en etkilisi) dipnot: bilerek yapmıyosa şerefsizim he
8. ''ay nazlı bak şerefsizler gene ne yapmışlar taksimde, bi kızı dövmüş allahın belaları, sonra da göz altına almışlar!'' (bu post-modern taktik. gerçekten işe yarıyor mu bilemiyorum, ama bir sinir salona televizyonun başına koşup annemle dis atar gibi küfürleşip sakinleşince dertleşiyoruz. bu taktiği en güzel şöyle tanımlayabilirim, annem bana doğru maşayı sallayarak ''stupify'' diye bağırıyor ve bir ışık demeti gözümü alaraktan olaylar gelişiyor)

bir annenin kızıyla dertleşme projesini underground türden bir taktikle yürütmenin en başarılı örneği kesinlikle annem. ben daha düz ve açık sözlü bir yapım olduğu için; hö? senin canın mı sıkkın? de bakaym? tarzında sorular yöneltirim kendisine, o da bi iki mırın kırın yaptıktan sonra eteğindeki taşları döker genelde.

her şey bir yana, özellikle dertleşme; sırlarını paylaşma bir yana, annem bana her zaman; bir kızın en yakın arkadaşı daima annesidir der. yalan değil kesinlikle. ben hayattaki en değerli şeylerden biri olarak, saçma bir şeye yanında en yakın arkadaşınla saatlerce gülmek olayını ilk annemle yaşadım. gerçekten de yolda duvarın üstünde duran bi kediye bile yol boyunca gülebiliyoruz. hele de tökezleyen adamlar. offf. tökezleyen adamlarda ikimiz de kontrolü kaybediyoruz. adam kendisinin tökezlemesine gülünmesine şaşırma safhasını aşıp sinirlenmeye başladığı ana kadar gülüyoruz. sonra el mecbur normale dönüyoruz. ama bi 15 dakika sonra bu hatırlanıp gülme krizi tekrar nüksediyor.

biraz klişe olacak biliyorum ama, annem benim hayatta aldığım tüm kararlara saygı gösterip hep destek çıkmıştır. çoğunu sorguladı, bazen iknaya çabaladı, fikrimi değiştirme adına hamlelerde bulundu ama bu davranışları, destek çıkışının yanında, biranın yanında gelen çerez kabındaki kabuklu badem sayısı kadardı. belki de bu nedenle ona bir şey anlatmak adına hiç çekinmedim. çünkü beni yargılamadı da. tabii her kadın gibi kavga anlarında bana karşı kullandığı, sonra pişman olduğu da oldu ama, genellersek, bana güvendiğini, elini hep sırtımda tuttuğunu asla unutturmadı. bunun en güzel örneği sanırım tercih zamanlarında yaşadıklarımızdı. etliye sütlüye pek bulaşmayan babam durdu durdu tercih döneminde sen mühendis olacaksın diye tutturdu. hayatımda görüp görebileceğim en ağır baskıyı yaşadım o dönemler. adam türk polisinden beter, öyle bir abluka, öyle bir baskı. adım atışımda bile 'hah sen mühendis olcan' diyip duruyordu.
bense 'mimar olcem çekilin ulen' diyip duruyordum ama o baskıda benim bile inancım neredeyse kalmadıydı. nitekim oldum o ayrı konu. ama belki de annemin küçüklüğümden beri mimar olmamı istemesi, belki de yeteneğim olduğuna inanması, belki de bana her zaman destek olmaya kararlı oluşundan da olabilir, annemin desteğiyle o salak rehberlik hocama ve babama resti çekip istediklerimi bir bir yazmıştım tercih gününde. kesinlikle de pişman olmadım.

bir de bu yazıya nazar boncuğu gibi köşesine yapıştırmak istediğim bir laf var: ''eğer bir kız annesine anlatamayacağı bir şey yapıyorsa, yanlış bir şeyler yapıyordur'' doğruluğu yanlışlığı tartışılabilir nitekim her anne benim hatun gibi değil ki, neler neler var. ama ben kendim, hayatımı göz önünde bulundurursam kesinlikle doğru bir laf. tabii ben ne bok yesem anneme yetiştirdim, ilk okulda kendime kaybolmuş süsü verişimi, lisede kimyasallarla yaptığım sis bombasını, finallerde çektiğim kopyaları... işin güzel tarafı kendisi küçükken benden kat be kat manyak olduğu içini tüm bu saçmalıklarımı anlamakla ilgili en ufak bir sorun yaşamadı. belki de bu yüzden bu kadar iyi anlaşıyoruzdur. kendisi de zamanında babasından saç kestireceğim bahanesiyle aldığı paraları çatır çatır harcayıp saçlarını kendi kısacık kesmiş, odasında boy boy formula arabaları posterleriyle döşemiş, ananemler uyuyunca yorgan altına yastık koyup evden kaçmış bir kişilik.

sanırım annemi bu yüzden çok seviyorum, birbirimize çok benziyoruz.

ve kendisi benimle bu kadar sağlıklı bir ilişki kurmasını şuna borçlu olduğunu söylüyor; ananemle hiç böyle olamamış, hep biraz uzak kalmışlar, ulaşamamışlar birbirlerine, bu yüzden benle olan ilişkisini düzgün kurmasının bu kadar değerli olduğunu düşünüyor. umarım ben de onun gibi bir süper anne -küçükken süper anne derdim de kendisine- olabilirim ilerde.



8 Mayıs 2013 Çarşamba

Legolar

 bu hikaye tesadüfi bir karşılaşmanın hikayesi, tesadüfi karşılaşan iki eski arkadaşın. Bu hikaye bir oyunun hikayesi, küçükken beraber legolarla oynarken büyüyünce duygularla oynamaya başlayan iki kişinin hikayesi.

 Çocuk kıza bir poşet dolusu lego verdi. kız legoları yere saçtı, oturdular ve oynamaya başladılar. ikisi de kendi oyununa dalmış garip şekilller yapıyorlardı legoları üst üste, yan yana dizerek. Birden kız, çocugun elindeki legonun üstüne bir lego koyuverdi. Çocuk çok şaşırdı çünkü o ana kadar ikisi de kendi şekillerini çıkarıyor, birbirlerine bakmıyorlardı bile. Sonra çocuk da onun üzerine bir lego koydu, sonra kız tekrar koydu, sonra bir daha, bir daha yeniden. Bir baktılar, farketmeden bir kalp şekli çıkarmışlar. İkisi de halinden memnun görünüyordu lego eklemeye, kalbi büyütmeye devam ettiler.

 İkisi de kendini öylesine kaptırmıştı ki oyuna, devasa bir kalp çıktı ortaya. o kadar büyüktü ki bırak kaldırmayı, yerinden bile kımıldamıyordu. Kız buna aldırış etmeden yapmaya devam ediyordu ama çocuk endişeliydi. Birden garipsemişti. Kız işine o kadar konsantre olmuştu ki çocuğa bakmıyordu bile. Çocuk dayanamadı, o kocaman kalbin ortasından bi parça legoyu çekip çıkardı. Kız aniden durdu; beklemiyordu bunu, kalbe dokundu, koskoca lego kalp bi anda yerle bir oldu, parça parça legolar her yere saçıldı. ikisi de şaşkındı. çocuk bunun olmasını istememişti ama artık iş işten geçmişti. İkisi de hala şaşkın bir legolara bir birbirlerine bakıyorlardı. çocuk kucağına sığacak kadar legoyu aldı. Kız da kalanları doldurdu poşete, eline aldı poşeti. ikisinin de gücü yoktu baştan başlamaya. Bu oyunun sonuna gelmişlerdi, artık oyunu değiştirme vaktiydi.

  Saklambaç oynamaya karar verdiler ellerinde legolar. Ama bu saklambaçta ebe yoktu. İkisi de saklanıyordu. Hiç bilmedikleri bir yerde, birbirlerinden habersiz farklı yerlerde oturdular. artık çok uzaklardaydılar birbirlerinden. Saklambaç onların oyunu değildi, benimseyemediler, alışamadılar. ikiside ayrı ayrı legolarla tekrar bir kalp yapmaya çalıştılar, ama legolardan çıkan tek şekil yarım bi kalpti. birbirlerinin legoları olmadan bir kalp yapmaları imkansızdı.

 Çocuğun bir fikri vardı. Kızın legoları artık yoktu, ama başka legolarla kendi yarım kalbini tamamlayabilirdi. Başkalarının legolarını kendi kalbindeki legoların üstüne getirdi. ilk seferinde lego oturmadı, biraz bastırdı gene olmadı. başka bi yerden tutturmaya çalıştı, tüm gücüyle bastırdı, ama gene olmadı. Aynı sırada kız da legolarını birleştirmeye çalışıyordu, ama o daha inatçıydı, kendi legolarından bir kalp çıkarmaya inanmıştı. defalarca söküp çıkardı, baştan yaptı. yaptı olmadı tekrar denedi, gene de elinde sadece yarım bir kalp duruyordu. dayanamadı söktü tüm legoları. öylece durdu legolar.

  Çocuk kızı bulmaya karar verdi. yarım kalp şeklindeki legolar, devasa bütün bir kalpten çok daha korkutucu geliyordu artık ona. kızı her yerde aradı, her köşeye baktı ve en sonunda onu buldu. kız tek başına oturuyordu. legoları yoktu. çocuk gülümsedi, kıza baktı, kız da gülümsedi. konuşmalarına gerek bile kalmadan kız legoları almaya gitti. evet onları biraz uzağa koymuştu. legolarla oynamaktan hiç bıkmamış, ısrarla denemiş, ta ki en sonunda elleri yara olana kadar. artık onlarla oynamaması gerekiyordu. ama gözünün önünde oldukça biliyordu ki pes etmeyecekti. bu yüzden onları bir kutuya koymuş, üstünü sıkıca kapamış ve uzak bir yere bırakmıştı. şimdi onları geri çıkarma vaktiydi. kutuyu aldı, çocuğun yanına geldi ve legoları yere saçtı. beraber oturdular yere. çocuk kendi yarım kalbinin üstüne, kızın legolarından birini koydu, ikincisini koymaya yeltenirken kızın legosu yarım kalpten yere düşüverdi. çocuk bir daha koydu, lego tekrar düştü. kız o kadar cok takıp çıkarmıştı ki legoları, legolar bozulmuş, şeklini kaybetmişlerdi. çocuk aniden ayağa kalktı kendi kalbini yere fırlattı, legolar gene yere saçılmıştı. kız oturduğu yerden kalkamadı bile. gene şaşkındı, ama bu sefer üzgündü de. artık asla bir kalpleri olamayacaktı. çocuğun bakışları kızı suçluyordu. kız da şaşkındı, böyle bir şeyi beklemiyordu. şaşkınlığı bir anda yerini derin bir üzüntüye bıraktı. o yokken kendi kendine telafi etmeye çabalamıştı bazı şeyleri, ama olmamıştı. çocuk her yere saçılmış legolarını arkasından bırakıp gitti. kız hala legolara bakıyordu. Bir anda çok sert bir rüzgar esti, tüm legoları süpürdü götürdü bir anda, belki o legolar birleşmiş bir kalp olarak o rüzgara karşı dursaydı, asla kaybolmayacaklardı. kız savrulan legolara baktı, son lego gözden kaybolana kadar onları izledi, ve son lego da gitti en sonunda.