4 Ağustos 2013 Pazar

Gökyüzünün Renkleri

  kafasını yukarı kaldırdı. göğe yakın bir yerde, bir pencere açıktı. bir sigara dumanı, pencereden kaçarak göğe daha da yakın bir yerde yok oluyordu. hemen oradan uzaklaştı. kaçmak, uzaklaştığını düşünmek, yaklaşmanın en çaresiz yolu aslında.

  güzel bir günün sonuna yaklaşmıştı. günün ağarmasına bir kaç saat kalmış, hayatının kötü bir senfoni olduğu üzerine düşünüyordu. belki kısık sesle katlanılabilir, ama yüksek seste kesinlikle zevk vermeyen, beklenmeyen iniş çıkışlarla kendini şaşırtmaya çalışan ucuz bir senfoni. çünkü güzel senfoniler, insana müzik dinlediğini unuttururdu, tıpkı güzel bir hayatın, yaşandığını hissettirmeden göz açıp kapayana kadar geçmesi gibi. ama kötü bir senfoniden zevk almaya çalışmak, berbat bir hayattan zevk almaya çalışmaktan kesinlikle daha zordu. tüm bu düşüncelerle beraber, gene de zevk alınması gereken güzelliklerin farkına varmaya çalıştığı bir gün geçirmişti.

  Kadıköy'e dönüyordu. Kadıköy'e dönmek mi, Kadıköy'e gitmek mi, Kadıköy'e mi gitmek, orası tartışılırdı. hemen altında gecenin mavisinin her tonu, sonsuzluk, hepsi bir arada yatıyordu. en çok istediği, hep hayalini kurduğu şey gerçekleşecekti, haberi yoktu. ama unuttuğu şey şuydu, hayal ettiğin şey başına gelse bile, tadı hayaldeki kadar güzel olmazdı, ve mutlu sonlar belki de kötü başlangıçlardı. ama bunları düşünmesine daha çok vardı ki, telefonu çaldı.

  tartışmalar, kavgalar, bağırışlar, sevgi, aşk, hepsinin aynı duyu organımızla algılamamız çok saçma değil mi? çok saçma, çünkü hiç biri duyulmaz, hissedilir, hissettirilir. o da hissettirmek için gelmişti. Kadıköy'de bir sokakta, göğe yaklaşan pencerenin çok yakınlarında bir yerde karşısına dikilivermişti. konuşmalarına gerek kalmadı, çünkü duyulacak bir şey yoktu ortada artık. beraber uzaklaştılar, yaklaştıklarını fark etmeden.

  o gece, o sabah, gökyüzü maviydi, siyahtı, beyazdı, kırmızıydı, mordu, pembeydi. duyguları bu zamana kadar ne çeşit renk giydiyse, gökyüzü hepsinin özetini geçti onlara. onlar sarıldılar, gökyüzünün, onlara hayatlarını göstermelerini izlediler. gökyüzü son rengini de aldığında, sıra onlardaydı. onlar gökyüzüne, belki ileride kendilerine anlatabileceği yeni bir duyguyu verdiler. ama gökyüzü, bu duygunun rengini onlara asla gösteremeyecekti, çünkü insan oğlunun göremediği bir sürü renk vardı ve gökyüzü her an her dakika bu renkleri alıyordu, ama insanlar her saat, her gün aynı rengi görüyorlardı. hislerini kaybeden insanlar da gökyüzüne baktıklarında sadece maviyi görürlerdi, gök kuşağındaki milyonlarda rengin çok daha ötesinde, o asla görülmeyen renkler, aslında her dakika gök yüzünde belirir ve görmek isteyenlere en yoğun biçimde görünürdü. ama onlar da aynı rengi görmenin ötesine geçemediler ve gökyüzü onları terk etti. bundan sonra aynı gökyüzüne bakmanın bir anlamı olmayacaktı, çünkü artık, herkesle aynı rengi görüyorlardı.

  o, farklı bir gökyüzünün altında düşünürken, çok büyük mutlulukların çok büyük korkularla beraber geldiğini anladı. çok korkmuştu, ama aynı gökyüzü altında, sadece onların görebileceği ve anlayabileceği renkleri izlerken korkularını silmek çok kolay olmuştu. oysa şimdi en büyük korkusu gerçekleşmişti.

  insan, en büyük korkusu gerçekleştiğinde ne yapardı? hiç bir şey yapmazdı. o da hiç bir şey yapamadı. kafasını kaldırıp simsiyah göğe baktı sadece. gökyüzü; perdelerini çekmiş, ona sırt dönmüş gibi siyahtı. gördüğü şey boşluğun ta kendisiydi. yer yüzündeki tüm renklerle göğü boyamaya çalışsaydı bile, siyahın tonunda en ufak bir değişim bile olmazdı. gök, bu yüzden siyahtı. siyah, tüm renkleri yutar, yok ederdi. ve siyah, tüm renklerin karışımıydı. var olan tüm renklerin karışımı. o da, var olan tüm duyguları hissetti ve karardı.

  göğü kararan insanlar, kendilerini rengarenk odalarda yapay gökyüzleri yapıyorlardı. yapay mutluluklara derin anlamlar yüklemeye çalışıyorlardı. mat renklerde soyutluk arıyorlardı. o renklerin içinden asla geçilmezdi, o renkler insanın yüreğinden akamazdı, ve o renkleri her insan aynı görürdü. sorun da buydu, herkesin gördüğünü görmek bir sorundu. özel olan sadece bir kişiyle aynı şeyleri, aynı gökyüzünü, aynı rengi görebilmekti. bıraksalardı tüm insanlar gökyüzünü mavi görürken, onlar henüz isimleri konulmamış renkleri beraber görselerdi. dünya üzerindeki milyarlarca insandan sadece ikisi aynı renkleri görürken, farklı göğün altında uyumak belki şımarıklıktı. ama gökyüzü böyleydi, ona asla sahip olamazdın. onu sadece görebilirdin, gökyüzünün sunabileceği tek şey buydu, duygularıyla insanları yüzleştirmek. ötesine karışamazdı. ötesi, insanoğlunun tercihine kalmıştı.

  kafasını yukarı kaldırdı. göğe yakın bir yerde, bir pencere, sımsıkı kapalıydı. bir sigara dumanı, ellerinin arasından süzülerek ondan kaçıyor, göğe daha da yakın bir yerde yok oluyordu. biraz baktı, sonra yavaşça uzaklaştı.